17 Aralık 2007 Pazartesi
Peygamber Nasihati
Ravi: Hz. Abdullah Ibni Amr (r.a.)
2. Yalandan sakinin. Zira yalan fucura goturur. Fucur ise atese gorurur. Muhakkak ki adam yalan soyler ve yalan soylemekte devam ederse Allah indinde 'cok yalanci' olarak yazilir. Size dogrulugu tavsiye ederim. Zira dogruluk iyilige goturur. Ve iyilik de Cennete goturur. Muhakkak ki adam dogru konusur ve dogruluga devam ederse Allah indinde 'Siddik' diye yazilir.
Ravi: Hz. Ibni Mes'ud (r.anhuma)
3. Dinde ifrattan (asiriliktan) sakininiz. Sizden oncekiler, ancak dinde ifradlari dolayisiyla helak oldular.
Ravi: Hz. Ibni Abbas (r.anhuma)
4. Yalan mersiyeden sakininiz. Zira bu, cahiliyet amellerindendir.(Oluyu yalan sozlerle methetmek)
Ravi: Hz. Ibni Mes'ud (r.anhuma)
5. Soyunmaktan sakinin: Zira, suphesiz sizden ayrilmayan ve sizinle beraber olanlar vardir. Onlar ancak def-i hacet zamaninda, bir de haniminiza yakin oldugunuzda ayrilirlar. Oyleyse onlardan haya edin ve onlara ikram edin.
Ravi: Hz. Ibni Omer (r.anhuma").
İSLAM: Peygamber'den Nasihatler:
15 Aralık 2007 Cumartesi
Kur'an Hakkında bir Hadis
Mescide uğramıştım, gördüm ki halk, zikri terkedip malayani konulara dalmış, konuşuyor. Hz. Ali (ra)'ye çıkıp durumdan haberdar ettim. Bana: "Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?" dedi, Ben: "Ben Resulullah (sav)'ın şöyle söylediğini işittim: "Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!" Ben hemen sordum: "Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah'ın Resulü?" Buyurdu ki: "Allah'ın Kitabı (na uymak)dır. O'nda sizden önceki (milletlerin ahvaliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyamet ahvali ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman-küfür, itaat-isyan, haram-helal vs. nevinden) cereyan edecek ahvalin de hükmü var. O, hak ile batılı ayırdeden ölçüdür. O'nda herşey ciddidir, gayesiz bir kelam yoktur. Kim akılsızlık edip, O'na inanmaz ve O'nunla amel etmezse, Allah onu helak eder. Kim O'nun dışında hidayet ararsa Allah onu saptırır.O Allah'ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur. O, kendine uyan hevaları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri iltibastan korur. Alimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez, tadım eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez, O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini alamadılar: "Biz, hiç duyulmadık bir tilavet dinledik. Bu doğruya götürmektedir, biz onun (Allah kelamı olduğuna) inandık" (Cin, 1). Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur. Ey A'ver, bu güzel kelimeleri öğren."
Tirmizi, Sevabu'l-Kur'an 14, 2908
Eğitim
İlim öğrenmek kadın-erkek herkese farzdır.
Eğitim ezberlikten ziyade fiili olarak öğretilmelidir.
İlk,orta ve Liselerde hep ezbercilik öğretilir.Çünkü eğitim sistemimiz batıya uyarlandı.Türkçe hem yazılır ve hemde okunur.öyle ise öğretmen çocuğu dinler yanlışlarını düzeltir.iş böyle olmuyor.Batıya özeniliyor.
Halbuki batı dillerinde yazıldığı gibi okunmaz,okunduğu gibi yazılmaz.ingilizce,fıranzıca,almanca ve diğer dillerde böyledir.yazılışı ile okunuşları aynı olmadığı için.Basma kalıp ezberlemeleri gerekmektedir.mesela SHE yzılır,ŞI diye okunur.WATHER diye yazılı,VATIR diye ,THE yazılır,DI diye okunurokunur.Öncelikle eğitim sistemimiz değişmelidir.
İlk,orta ve Lisede hiçde yararlı olmayan.matamatik,fizik,kimya ağırlıklı,öğretmenin dahi kavramaktan aciz olduğu,ileri hayatta unutularak,bir fayda sağlamıyan şeyleri terk etmek ve ileride bıranş dalında okumak isteyenlere bu dersler üniversitede verilmeli.
Peygamberimiz buyuruyorki: Faydasız ilmi terk edin.
Türk halkı kendisine güvenmeli bağımsızlığını elde etmelidir.
26 Kasım 2007 Pazartesi
Hatim Meseleleri
Apartmanımızdaki kadınlar toplanıp mukabele okuyoruz. Bazı meselelerimiz oluyor:
Önce Kur'an'ı okumaktan maksadın onu anlamak ve yaşamak olduğunu söyleyelim. Bu yüzden camide yapılan va'zı dinlemek, (manasını anlamadığı) Kur'an dinlemekten daha sevaptır denmiştir.( F. Hindiye V/317 ) Yine bu yüzden, manasını düşünme mümkün olamıyacağı için Kur'an'ı üç günden kısa sürede hatmetmek mekruhtur denmiştir.( F. Hindiye V/318) Çünkü Kur'an'ın kendi ifadesi ile o "hayatta olanları uyarmak için" indirilmiştir. Okunması da, yaşanmasını sağlayacağı için ibâdettir: Yoksa başlı başına "Kur'an hatmetmek" diye bir ibadet yoktur. Hatta Imam Mâlik: "Câmilerde Kur'ân'ın hatmedilmesi Rasûlullah'ın sünnetinde olan bir şey değildir."( Kurtubî XX/248 ) derken, sırf hatmetmiş olmak için hatmetmeyi kastetmiş olmalıdır. Onun için en güzel hatim; herhalde Kur'an'ın anlamaya çalışarak okunduğu hatimdir. Hepsini anlayamayan, imkanı kadar anlar. Meselâ Ramazanda mukabele okuyan kadınlar-erkekler, hiç olmazsa her cüzden bir sayfanın mealini, sağlam bir mealden okuyarak manasını düşünebilir ve böylece Kur'an'ın ne olduğunu bir nebze anlayabilirler. Kur'an'ı bir yılda bir kere hatmedebilen onu terketmiş olmaktan kurtulmuş olur. Hafızların ise kırk günde bir hatmetmesi güzeldir. (F. Hindiye V/317) Hatmin bitirilişinde "ihlâs suresi"ni üç defa okumanın hoş olmadığını söyleyen fıkıhçılar varsa da, çoğunluk bunun güzel olacağını, bunun okuma esnasında yapılan hatâlar için bir telâfi sayılacağını söylemişlerdir.Kur'an'ı Kerimi dinleyen dinlemiş olma sevabı, okuyan da okumuş olma sevabı alır. Dinleyen okumuş olmaz. Ancak gaye Kur'an'ı hatmetmek değil, düşünmek ve anlamak olduğu için, dinleyen okuyandan daha çok sevap alır. Çünkü dinlerken daha iyi düşünülür. Ama müslümanın Kur'an okumayı bilmesi de ayrı bir görevdir. Yani, nasıl olsa dinlemek daha sevap, diye Kur'an okumayı öğrenmemek câiz olmaz. Durum böyle olunca her satır için bir "Ihlâs" okuyan da Kur'an'ın tamamını okumuş olmaz, satırları sayısınca "ihlâs" okumuş olur.( F. Hindiye V/317) Öyle yapacağına okuyanı dinlemesi ve bir yandan da okumayı öğrenmeye çalışması, Allahu a'lem, daha sevap olur. "Hâ-mîm"lerin tek seferde okunacağına dair hiçbirşey bi1miyoruz, olacağını da sanmıyoruz. Muhtemelen bu, bid'atlara meraklı kadınların bir icadıdır. Çünkü Kur'an deyince aklımıza hep onu anlamak ve yaşamak gelmelidir. "Hâ'mîm"leri tek oturuşta okumanın ise bununla hiçbir ilişkisi yoktur. Âdetli kadın Kur'an'a bakabilir, dinleyebilir; dinlemelidir. Hatim duasına gelince: Bu da günümüzde bir takım bid'atlara konu olan bir meseledir. Gerçi: "Kur'an-ı hatmedenin kabul edilecek bir duası vardır" anlamında iki hadis rivayet edilmiştir.( Suyûtî, el-Câmi'us-sağîr) Ancak bunlar meşhur hadis kitaplarında bulunmadıktan başka, çok zayıf kabul edilen hadislerdir. Bu yüzden Hanefilere göre hatim yapıldığında cemaatle dua yapmak mekruhtur; çünkü bu konuda Rasulullah'tan birşey nakledilmemiştir.( Hindiye V/318) Hele duâda.okuyanların ve kendileri için okunanların isimlerini zikretmek riyâya sebep olacak çirkin bir bid'attır. Maalesef câmilerde hocalar bu bid'atı çoğunlukla maddî gayelerle icra etmektedirler. Onları bundan vazgeçirmek de zordur. Onları iknaya uğraşmaktansa bilmeyenlere işin doğrusunu anlatmaya çalışmak daha iyidir. Çünkü "alışmış kudurmuştan beterdir". Bundan olacak ki, "Ramazan'da hatimlerin bitiminde duâ yapmak mekruhtur; ama bununla fetva vermemek gerekir." denmiştir.( agk..)Bu hadislerle, zayıf da olsalar, fazîlet babında amel edilebilir, dense dahî onları, hatim yapanın tek başına, ya da en fazla çoluk çocuğu ile dua etmesi şeklinde anlamak mümkündür. Enes b. Mâlik'in hatim yaptığında eşini ve çocuklarını toplayıp duâ yapmış olması da bunu destekler. Böyle olursa hatim duası müstehap olur, demişlerdir.Araştırmamızın buraya kadar olan kısmını yazdıktan sonra konu hakkında başka kaynaklarda da şu rivâyetlere rastladım: Ibn Merdûye'nin Ebû Hureyre'den naklettiğine göre: "Rasûlullah Kur'an'ı hatmettiği zaman ayakta dua ederlerdi". Beyhakî'nin "Su'abü'1-Îmân"da kaydettiğine göre Rasulullah (s.a.s):"Kim Kur'an'ı okur da Rabbine hamdeder, O'nun Rasûlüne salât eder ve Rabbinden mağfiret dilerse, karşılığında hayrı talep etmiş olur." buyurmuştur. Beyhâki'nin yine aynı yerde Ebu Ca'fer'den naklettiğine göre Ali b. Hüseyin Rasûlullah'ın Kur'an'ı hatmettiğinde, ayakta olarak O'na yanaşır hamdle hamdettiğini ve ... dua ettiğini söylemiştir. Ibn Durays'in nakline göre Abdullah b. Mes'ûd: "Kur'an'ı hatmedenin kabul olacak bir duası vardır" demiştir.( Buraya kadar olan rivâyetler için bk. Suyûtî, ed-Dürru'1-mensûr VNI/698-99) Demek ki bu söz hadis değil, Ibn Mes'ud'un sözüdür. Abde b. Lübâbe ve Mücâhid: "Kur'an hatmedildiğinde yapılan duanın makbûl olduğu söylenirdi" demişlerdir.( Suyûtî, et-Tibyân fi-âdâb-i hameleti'1-Kur'an 126; Dârîmî, Sünen N/470; Nevevî el-Ezkâr'da, Hakem b. Uteybe'den sahih senetlerle rivayet edildiğini söyler
|
Nifak Küfrü
Bu küfür türü, kişinin kalbiyle inanmadığı halde zahirde diliyle tasdik ettiğini söylemesi, diliyle ve hareketleriyle hakka bağlanmış gibi görünmesidir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“İnsanlardan bazıları, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler. Onlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 8-9)
“Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür. Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmelerindendir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.” (Munafikun: 2-3)
12 Kasım 2007 Pazartesi
Kanun-i Esasi
Osmanlı Devleti'nde mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişi belirleyen ve meşrutiyet reşiminin temellerini atan anayasadır.
Osmanlı Devleti'nin Rusya ile savaş hazırlıkları içine girdiği sırada Sultan II. Abdülhamid tahta geçti (31 Ağustos 1876). İç ve dış sorunların giderek ağırlaştığı bir sırada Mehmed Rüştü Paşa'nın sadrazamlıktan çekilmesi üzerine II. Abdülhamid, Mithad Paşa'yı bu makama getirmek zorunda kalmıştı.
Mithad Paşa, Avrupa devletlerine verdiği sözü yerine getirerek anayasal düzene geçilmesini savunuyor, uluslararası konferans ve benzeri müdahalelerin ancak bu yolla önlenebileceğini ileri sürüyordu. Padişah, Mithad Paşa'nın hazırladığı "Kanın-ı Cedid" adlı anayasa taslağı yerine, Fransız Anayasası'nı çevirtip nazırlarına inceleterek ikinci bir taslak hazırlattı. Anayasayı hazırlamakla görevli 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa'nın düzenlediği son taslak Heyet-i Vükela'da (Bakanlar Kurulu) kesin biçimini aldıktan sonra padişahın bir hatt-ı hümayunuyla kabul edildi (23 Aralık 1876).
Temsili bir organdan yada meclisten değil, padişahın tek yanlı iradesinden kaynaklanan Kanun-i Esasi bu bakımdan bir ferman anayasasıdır. Meşruti bir rejim öngörmekle birlikte, teokratik Osmanlı monarşisinin geleneksel ilke ve kurumlarını anayasa hükmü haline getirmeye öncelik verir. Saltanat hakkı Osmanoğulları soyuna aittir ve umumun kefaleti altındadır. Geleneksel yetkilerinin büyük bölümünü sürdüren padişah hukuken sorumsuzdur. Devletin dini İslam'dır; padişah aynı zamanda halifedir ve şeriat kurallarını uygulatır, yasalar din kurallarına aykırı olamaz, şeyhülislamlık makamı ve şeriye mahkemeleri anayasada öngörülmektedir.
Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan Kanun-ı Esasi sistemi yürütmenin, özellikle de padişahın üstünlüğü ilkesine dayalıdır. Sadrazamı, nazırları ve şeyhülislamı padişah seçerek atar; vekiller meclise değil padişaha karşı sorumludur. Yaşama organı sayılan Meclis-i Umumi'nin toplantı döneminin kısaltılmasına, uzatılmasına ya da seçimlerin yenilenmesi kaydıyla feshine karar vermeye padişah yetkilidir. Meclis-i Umumi'nin senato kanadı durumundaki Heyet-i Ayan'ın üyelerini de padişah atar.
Padişahın kişiliği kutsaldır; işlem ve eylemlerinden ötürü hukuki ya da cezai sorumluluk altında değildir; anayasaya bağlılık yemini etmesi bile öngörülmemeiştir. Heyet-i Ayan ve seçimle gelen Heyet-i Mebusan üyeleri anayasaya değil, padişaha sadakat yemini ederek göreve başlarlar. Heyet-i Vükela'nın, kendi gündemini belirlemesi ve aldığı kararları uygulatabilmesi için de padişahın izni ve onayı gerekir. Meclisler de ancak kendi alanlarına giren sınırlı konularda ve padişahın izniyle yasa önerilebilir. Padişahın yasaları veto etme yetkisi de vardır.
Ayrıca Heyet-i Ayan padişahın haklarını korumakla yükümlüdür. Heyet-i Vükela ile Heyet-i Mebusan arasında uyuşmazlık çıkması ve Heyet-i Mebusan'ın görüşünde iki kez direnmesi durumunda da padişah altı ay içinde yeniden toplanması koşuluyla meclisi feshedebilir. Meclislerin toplantıda olmadığı dönemlerde ülke, yasa hükmünde özel kararlarla yönetilebilirdi.
Kanun-ı Esasi sistemi gerçek bir meşrutiyet ya da anayasal düzen sayılmaz. Anayasa düşüncesinin somutlaşması, yasama meclislerinin ve temsili sistemin oluşması, bütün kısıtlamalara karşı (örn:113. maddeyle padişaha tanınan sürgün yetkisi) bazı hak ve özgürlüklerin bir anayasal metinde yer alması, yargı bağımsızlığını ve güvencelerini sağlamaya yönelik ilkelerin düzenlenmesi vb. noktalar Kanun-ı Esasi'nin Osmanlı devlet düzenine önemli katkıları olmuştur.
Kanun-ı Esasi'nin öngördüğü yasama organı 19 Mart 1877-16 Şubat 1878 arasında bazı aralıklarla toplam beş ay görev yaptı. Ama özellikle eleştirici davranışlarıyla tutucu çevrelerin ve padişahın tepkisini çekti. Bunun üzerine Rusya ile yapılan savaşı bahane eden II: Abdülhaid, Meclis-i Umumi'yi tatil etti ve bir daha toplantıya çağırmadı ve Kanun-ı Esasi 1908'e kadar hukuken yürürlükte kalmakla birlikte uygulamadan düştü.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı ile yeniden yürürlüğe girdi ve 31 Mart Olayı'ndan sonra yeni değişiklikler yapıldı (22 Ağsutos 1909). Buna göre 21 madde değiştirildi ve üç yeni madde eklenerek gerçekten meşruti ve parlementer bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle; padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu olacaktı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı, yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi, padişahın mutlak veto yetkisi kaldırıldı. Ayrıca dernek kurma, toplantı vb. özgürlükler tanındı, 113. madde kaldırıldı.
II. Meşrutiyet'in çalkantılı siyasal süreçlerinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-ı Esasi, özellikle I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra fiilen tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki'nin yönetim süresince uygulanmadı. Ama Kurtuluş Savaşı döneminde, hatta 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun çıkarılmasından sonra bile Kanun-ı Esasi'nin yeni anayasaya aykırı düşmeyen hükümlerinin yürürlükte kalacağı düşüncesi benimsendi. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1921 Anayasası'yla birlikte Kanun-ı Esasi'yi de kesin olarak yürürlükten kaldırdı.
Sultan Vahdettin Hazretlerinin Vefatı
Sultan Vahdettin, İtalya’da vefat etti, Şam’a defnedildi | ||||||
HASAN CANDAN Sultan Vahdettin, 1926’da İtalya’da vefat ettiğinde 15 gün cenazesi kaldırılamamıştı. Sebeb ise çevre esnafa olan borçlarıydı. Eğer denildiği gibi “hain” olsaydı, giderken yanında neler götürmezdi ki!.. Otuz altıncı ve son Osmanlı padişahı, yüz birinci İslâm halifesi olan Sultan Vahdettin, 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşat’ın vefat ettiği gün padişah ve halife oldu. Ancak çok kısa bir süre sonra takvimler 16 Mart 1920’yi gösterirken Osmanlı toprakları İtilaf devletleri tarafından işgal edildi. Bütün girişimlerin sonuçsuz kaldığını ve işgal altındaki İstanbul’dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan Vahdettin Han, güvendiği kumandanları Anadolu’ya göndermek ve kurtuluş mücadelesini oralardan başlatmak istedi. Ancak davet edilip vazife verilen bütün kumandanlar; “Dış dünyaya karşı harp edilmez. Bu iş olmaz. Yeniliriz.” diyerek gitmeyi reddettiler. KURTULUŞ ANADOLU’DA Sultan’ın kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bir ara kendisi gitmeyi düşündü ise de, İngilizler, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız.” diyerek engellediler. Bunun üzerine bir gün saraya çağırdığı Mustafa Kemal’i; “Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Ancak asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. Böylece İstiklâl mücadelesi başlamış oldu. GURBETTE VEFAT İstiklâl Harbi zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Vahdettin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahdettin Han 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı’ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke’ye oradan da İtalya’daki San Remo şehrine giderek ikamet etti. Vahdettin Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926’da İtalya’da vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedildi. ATEŞ İÇİNDE BİR VATAN Vahdettin Han’ın vatanının ve milletinin uğradığı felaketler karşısında neler düşündüğü ve neler hissettiği kayıtlara geçmiş şu hadiseden çıkarılabilir: 1919 senesi Ramazan’ında bir sabah Yıldız Sarayı’nda yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler, Sultan’ın geceleri kaldığı daireyi de sarar. O geceyi tesadüfen Cihannüma Köşkü’nde geçirmiş olan Vahdettin, yangını haber alınca, üzerine pardösüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken çevrede ağlayanları görünce gözleri yaşararak, “Benim vatanım ateş içinde, onun yanında bunun ne kıymeti var.” demekten kendini alamaz. Ancak gelin görün ki vatanına bunca bağlı bir padişah ülkesinden ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra (dört yıl) yaşadığı yabancı memleketlerde vefat edince, kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı cenazesi 15 gün boyunca tabutunda kalmış ve borçları ödenmeden naaşı kaldırılamamıştır. SULTAN VAHDETTİN Sultan Abdülmecid ile Gülistü Sultan’ın oğulları olarak 2 Şubat 1861’de dünyaya gelen Sultan Vahdettin, 4 Temmuz 1918’de Osmanlı Devleti’nin otuz altıncı ve son padişahı olmuştur. Tam anlamıyla iflasın eşiğinde olan bir ülkeyi idare etmekle çetin bir imtihan yaşayan Vahdettin, 17 Kasım 1922 tarihinde ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve vatanından koparken yanında şahsî ve pek cüz’î mal varlığından başka bir şey götürmediği için yokluklar içinde yaşadığı hicret hayatını, 16 Mayıs 1926’da noktalamıştır.
|
http://ailem.zaman.com.tr/?bl=26&hn=5080
Vasiyet 10 Sultan Vahdettin
Sultan Vahdettin Han Osmanlı tarihinde, yüz birinci halife, Sultan Vahdettin ile kapandı son sahife Bu sultan genç yaşında tattı acıklı devri Çok baskılara rağmen imzalamadı Sevr’i Duydu yabancıların etrafı yaktığını Düşman ordularının karaya çıktığını Sultanla Fevzi Paşa geldiler bir araya Mustafa Kemal Paşa çağırıldı saraya -‘Paşa, Paşa, Ben senin için bir karar aldım Dokuzuncu Ordunun müfettişi atadım -‘Allahın yardımıyla şayet olursa kısmet Bu millete beraber yapacağız bir hizmet -‘ Memleketi kurtarmak herşeyden daha üstün Vakit kaybetmeden, git Anadolu’ya bugün ================= Sultan bir şey almadı ihanet olur diye Türkiyeden giderken Maltaya ve Mekkeye Az sonra İtalya’da, San Remo’da yaşadı Ölünceye dek orda mazlum ve müflis kaldı Borç yüzünden evinin eşyası haczedildi Vahdettinle Osmanlı tarihi sona erdi Dünyada bazı şeyler değiştirilebilir Unutmaz tarih onu hükmünü sonra verir Asla vatan haini değilim ben diyordu İslam topraklarında gömülmek istiyordu Sultanın na’şı Şama usulca götürüldü Sultan Selim Camii bahçesine gömüldü Bu haberi duyunca Atatürk ‘Öldü’ dedi Çok namuslu bir adam olduğunu söyledi. | ||
Mehmet Fatin Baki | ||
| ||
http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?sair=9320&siir=665002 |
Süleymaniyede Bir Padişah
Şam’dayım Vahdettin’in mezarı başında, Talihsizin kabrinde hep düşündüm durdum, Sonra Osmanlı’nın hatırası canlandı, Koşmuştu ataları fetihten fetihe, Sonra Kosova,Mohaç,Zigetvar,Kanije, Papazının cübbesine sarığı tercih, Tahakküm etmediler inancı,kelamı, Böylece yüzyıllarca hükümran oldular, Koca Akdeniz,sanki göl olurdu bize, Bir bir alındı üç kıtada onca toprak, Tevhiddi macun,tüm renkler,ırklar hem fikir! Sünnetullahtı cümle faninin zevali, Bir kere bozulmaya görsün hele sükun, Saçıldı Garptan mikrop gibi ırk belası, Mikrop vere vere ettiler Su almaktaydı her gün, batıyordu gemi, Güneş batarken kim padişah,ne fark eder? Dört bir yandan kuşatılmıştı bir kez millet, Kurt kocarsa maskarası olurmuş itin, İşte böyle bir dönemde başta Vahdettin, Zevalde padişahlık yeter kabahatmış, Yüklemişler iki yüz yıllık suçu ona, Payitaht ki sinirleri kesik bir beyin, İstanbul üstünde bulutlar kara kara! Çökmekte devlet,ümmette gidince birlik, Eli kolu bağlı,çaresizdi Vahdettin, Vahdettin’in hicretiyle bir destan bitti. Malta,Mekke,San Remo,zor gurbette vefat, Hiç tenezzül etmezdi mücevher taşına, Haciz nâşa değil, payitahta konmuştu, Defnine bir yer bulunmuştu darül İslam’da, Ha İstanbul,ha Şam’daki Süleymaniye, Vahdettin’in kabrinde hep düşündüm durdum, 08.03.2006 |
Mehmet Sertpolat |
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir. |
http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?sair=31275&siir=746910 |
Hain Kim?
Sultan vahdettine hain diyenler utansın.
KİM HAİNMİŞ?
Mustafa Kemal, Küçük Mabeyn'de Sultan Vahdettin'le yaptigi son görüsmeyi (15 Mayis 1919), sonradan Cumhuriyet devrinde söyle anlatmistir:
"Yildiz Sarayi'nin ufak bir salonunda Vahdettin'le adte diz dize denecek kadar yakin oturduk. Saginda, dirsegini dayamis oldugu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Bogaziçi'ne dogru açilan pencerelerinden gördügümüz manzara su: Birbirine muvazi hatlar üzerinde düsman zirhlilari, bordalarindaki toplar sanki Yildiz Sarayi'na dogrulmustu....Manzarayi görmek için, oturdugumuz yerlerden baslarimizi saga, sola çevirmek kafi idi.
Vahdettin hiç unutmuyacagim su sözlerle konusmaya basladi:
- Pasa, pasa, simdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunlarin hepsi tarihe geçmistir. Bunlari unut. Asli simdi yapacagin hizmet hepsinden mühim olabilir. Pasa, pasa devleti kurtarabilirsin ! dedi.
- Hakkimdaki teveccüh ve itimadi arz-i tesekkür ederim, elimden gelen hizmette kusur etmiyecegime emniyet buyrunuz, dedim.
Sonra:
- Merak buyurmayiniz efendimiz, dedim, nokta-i nazar-i sahanenizi anladim. Irade-i seniyye olursa hemen hareket edecegim ve bana emir buyuruklarinizi bir an unutmuyacagim.
- Muvaffak ol ! Hitab-i sahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çiktim.
Seryaver Naci Pasa koridorda elinde ufak bir mahfaza içinde bir sey tutuyordu:
- Zat-i Sahane'nin ufak bir hatirasi, dedi.
Kapagin üstünde Vahdettin'in inisyalleri islenmis bir saatti.
- Peki, tesekkür ederim, dedim.
Saati yaverim aldi. Sonra Yildiz Sarayi'ndan çiktigimiz ve hareket etmek üzere oldugumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatle, ayaklarimzin patirtisini isizmekten korkarak, saraydan uzaklastik"
Genis bilgi için bakiniz: Maresal Fevzi Pasa'nin sirri.
Kaynak: Hicret namaz vakitleri takvimi, 17/18.11.1995
http://www.enfal.de/tarih16.htm
Maresal Fevzi (Çakmak) Pasa'nin sirri
Fevzi Pasa... bu ifsayi, refikasi Fitnat hanima söyle açiklamistir:
«Fitnat. Öyle birsey biliyorum ki ortaya çikip söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranislarimiz müsait degil. Mecburum, bu sirri kendimle beraber mezara götürmege»
Ve iste Maresalin senelrce sakladigi büyük sir ki, Sultan Vahdettin'in vatansever bir insan oldugunu ve kurtulusu (Istiklal savasin kazanilmasi) Anadolu'da gördügünü apaçik göstermektedir.
Dinleyelim Fevzi Pasayi:
«Mütareke senesinde, bir Cuma selamligindan sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti.
"Pasa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu isler anca Anadolu'da teskilatlanarak kurtarilabilir. Bana Anadolu'da teskilat kuracak, memleketi su karanlik durumdan kurtrabilecek Pasalarin bir listesini yapip getirin"
Ertesi Cuma, yine selamliktan sonra huzruna girip hazizladigim listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. sonra yari kapali gözleriyle agir agir, tane tane konusmaya basladi:
"Pasa, Mustafa Kemal Pasa hirsiz midir"
"Hasa Padisahim"
"Bir namuzsuzlugu, ahlaksizligi var midir ?"
"Hasa Padisahim"
"Beceriksiz ve kabiliyetsiz mdir?"
"Hayir efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir"
"O halde bu listeye niçin onun adini yazmadiniz?.."
Hiç düsünmeden cevap verdim:
"Padisahim, Mustafa Kemal Pasa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftaridir"
Padisah elindeki kagidi atar gibi masanin üzerine birakti...Ayaga kalkip pencereye döndü. Limanda demirli Itilaf devletleri (Ingiliz, Fransiz, Italyan, Yunan) gemilerini göstererek:
"Pasa, Pasa...Bu gemileri görmek kanima dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun...Kendine selamla birlikte teblig ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Pasa'yi görecegim »
Tercüman, 10.04.1976
Kaynak: Vehbi Vakkasoglu, Son Bozgun, cilt: 1, S. 134-135, Timas, Istanbul, 1990
Resul ve Nebi Ne Demektir?
Sual: Bazıları hocalarını Resul yani Peygamber olarak gösterebilmek için, “Kitap gönderilen peygambere Nebi, Kitap gönderilmeyen peygambere Resul denir”diyorlar.Peygamberlik son bulmadı mı? Bizim Peygamberimiz son Peygamber değil mi?
CEVAP
Müslümanlıkla ilgisi olmayan böyle iddialar, dinimizi içten yıkmak isteyen din düşmanlarının taktik ve hilelerindendir.Bunlar, Yalnız Kur’an diyerek, âyetleri kendi kafalarına göre yorumlayıp, Resulullahın açıklamalarına hiç itibar etmezler. Hadis-i şeriflerin hepsine de uydurma derler.
Kitap gönderilen peygambere Resul denir. Nebi, kendinden önce gelen Resulün dinini tebliğ eden peygamberdir. Yeni din getirmeyip, önceki dine davet eden peygamberlere Nebi denir. Her resul, nebidir; fakat her nebi resul değildir. Peygamber Fars’çadır, resul veya nebi anlamında kullanılır. Kur’an-ı kerimin bir çok yerinde Peygamber efendimize Resul deniyor, bazen Nebi diye de geçiyor. Nebi denmesi Resul olmasına mani değildir. Yani bir resule nebi denmesi onun resul olmadığını göstermez. Genel kurmay başkanına bazen general, subay veya asker denmesine benzer.
Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allahü teâlânın dinine çağırmakta, Resul ile Nebi arasında bir ayrılık yoktur. Ankebut suresinin, (Ona [İbrahim’e İsmail’den sonra] İshak ve Yakub’u da bağışladık. Nebiliği ve kitapları [Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u, Kur’anı], onun soyundan gelenlere verdik) mealindeki 27. âyetinde, İbrahim aleyhisselamın soyundan gelenlere nebilik verildiği gibi kitap verilen resuller de vardır. (Beydavi, Medarik, Celaleyn)
Kitap sahibi resullerden örnek verelim. Hazret-i Musa resul idi. İşte âyet-i kerime mealleri:
(Musa, «Ey Firavun, elbette ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir resulüm» dedi.) [Araf 104] (Sırf bu âyet bile, onların yalanını çıkarmaya yeter. Hazret-i Musa’ya Tevrat indi, yani kitap gönderildi. Bunun için kendisine resul deniyor. Peygamber efendimize de kitap gönderildiği için bir çok âyette resul deniyor. Resul denilince nebi de içine girdiği için daha çok resul tabiri geçiyor. Kelime-i şehadette de Resul deniyor. Nebilik daha yüksek olsa idi o geçer idi.
(Musa’yı mucizelerimizle Firavun ve topluluğuna gönderdik. Musa, "Ben âlemlerin Rabbinin resulüyüm" dedi.) [Zuhruf 46] (Bu âyette de, Hazret-i Musa’nın resul olduğunu açıkça bildiriyor.)
Hazret-i Musa da, Peygamber efendimiz gibi, hem resul, hem de nebi idi. İşte âyet-i kerime meali:
(Kitapta Musa’yı da an; elbette o, muhlis bir kul ve resul olan nebi idi.) [Meryem 51]
Hazret-i İsa da, kendisine kitap gönderilen resul idi. İşte âyet-i kerime meali:
(Meryem’in oğlu Mesih [İsa] ancak bir Resuldür.) [Maide 75]
(“Biz, Allah’ın Resulü olan Meryem oğlu İsa’yı öldürdük" demeleri sebebiyle onları
[Yahudileri] lanetledik, rahmetimizden kovduk.) [Nisa 157]Kitap sahibi resul olan Musa aleyhisselam, kardeşi Harun’un da kendisine vezir yani yardımcı olmasını istedi. İşte âyet-i kerime meali:
(Ya Rabbi, ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl!) [Taha 29-32]
Allahü teâlâ, onun bu duasını kabul ederek buyuruyor ki:
(Allah, “Ey Musa! İstediğin sana verildi” dedi.) [Taha 36]
(Biz, Musa‘ya Kitab verdik, kardeşi Harun’u da ona vezir [yardımcı] yaptık.) [Furkan 35]
Kitap verilen resul olan Hazret-i Musa’dır. Hazret-i Harun ise onun veziri, yani yardımcısıdır. Yardımcısı daha üstün olur mu hiç? Hazret-i Musa Resul iken, Hazret-i Harun da nebi oldu. İşte âyet-i kerime meali:
(Rahmetimizden, kardeşi Harun’u bir nebi olarak ona bağışladık.) [Meryem 53]
Hazret-i Harun, Musa aleyhisselamın getirdiği dini, yani Museviliği tebliğ eden bir nebi idi.
(Zekeriyya mihrabda namaz kılarken melekler ona, "Allah sana, Kelimullahı [İsa’yı] doğrulayıcı, efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir nebi olarak Yahya’yı müjdeler" diye seslendiler.) [Al-i İmran 39] (Hazret-i İsa’nın kitap gönderilen bir resul olduğu yukarıdaki âyetlerde bildirildi. Hazret-i Yahya ise, Hazret-i İsa’nın getirdiği dini, yani İseviliği tebliğ eden bir nebi idi.)
Bu örnekler de açıkça kendisine kitap verilen peygamberlere Resul denir. Resullerin getirdiği dini tebliğ edenlere de Nebi denir. Her resul aynı zamanda nebidir. Peygamber efendimizden sonra, nebi gelmeyecektir. Bir âyet meali şöyledir:
(O, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Nebi gelmeyince, Resul hiç gelmez. Çünkü resullük makamı, nebilikten daha özel ve yüksektir.
Bu âyetlerden sonra, bu konudaki hadis-i şerifleri bildirelim:
(Nübüvvet ve risalet sona erdi. Benden sonra nebi de, resul de yoktur.) [Tirmizi]
(Nebiler benimle son buldu.) [Müslim]
(Resullerin ilki Âdem ve sonuncusu Muhammed’dir.) [Hakim, Taberani]
(Övünmek için söylemiyorum [hakikati bildiriyorum], ben mürsellerin [Nebi ve resul olarak gönderilen peygamberlerin] efendisiyim. Hepsinin sonuncusu ve şefaat edicilerin ilkiyim.) [Darimi]
(Diğer nebilere göre benim durumum şuna benzer. Güzel bir ev yapılır, ama bir kerpici eksiktir. Ziyaretçiler, evi beğenir. Yalnız "Şu boşluğa da bir kerpiç konsaydı" derler. İşte ben o kerpicim, nebilerin sonuncusuyum.) [Buhari, Müslim]
(Ya Ali, Musa’nın yanında Harun nasıl idiyse, sen de, benim yanımda öylesin. Ancak, benden sonra nebi gelmeyecektir.) [Buhari, Müslim,Tirmizi, İbni Mace, İmam-ı Ahmed, Taberani]
Peygamber efendimiz, sadece zamanının ve Arabistan’ın değil, kıyamete kadar bütün insanların, bütün dünyanın resulüdür. Bir âyet meali şöyledir:
(Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmez.) [Sebe 8] Bir hadis-i şerif meali: (Ben bütün insanlara gönderildim.) [Müslim]
(Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151] (Bu âyet de kitabın nebiye değil, resule geldiğini göstermektedir.)
Kur’an-ı kerimde, Resulullahın son nebi olduğu bildirildikten sonra, İslam binasının tamamlandığı şöyle açıklanıyor:
(Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3]
Allahü teâlâ, son nebi ve son resulünü gönderip dinini tamamladığına ve dinde noksan kalmadığına göre artık başka din ve başka peygamber aramak, Kur’an-ı kerimi inkâr olur.
Nisa suresinin, (Kıssalarını sana bildirmediğimiz resuller de gönderdik) mealindeki 64. âyeti, resul sayısının Kur’an-ı kerimde bildirilmediğini göstermektedir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Nebiler 124 bin, resuller ise 313 tür.) [Hakim]
Bu hadis-i şerif de, kitap getiren resullerin nebilere göre daha az olduğunu göstermektedir. Nebilerin çok olması, resullerin dinlerini yaymalarından dolayıdır.
14 Ekim 2007 Pazar
Şiir-İnanmadımki
Şiir İnanmadımki
Siyasiler nutuk attılar,inan ki.
Siyasetçiye,ben inanmadım ki.
Geldiler,gittiler,hep aynı sanki.
Çok konuştular inanmadım ki.
Meclise gitmeden,yol yaptılar.
Peş peşe fabrikalar kurdular.
Çok insanı hayalen işe aldılar.
Çok konuştular,inanmadım ki.
Fabrikayı sattı,işe yaramaz dedi.
Sattığı fabrikayı iki,günde yedi.
Yabancılar alsın,bana ne?,dedi.
Bunlara ben hiç innamadım ki.
Vatanı satmışlar yabancılara.
Para gelecekmiş şimdi onlara.
Düşündüm ne desem bunlara.
Çok anlattılar,inanmadım ki.
Kimi PKK,kimi Türban dedi.
Kimi çay içti,kebap yedi.
Kimi vatan sattı,satın aldı.
Vekillere,inanmadım ki.
Çocuklar öpüldü,şeker alındı.
Şenlik vardı,uçanlar balondu.
Fakir köylüde orada bulundu.
Mazot yalanına,inanmadım ki.
Kömür dağılmış,alamadım ki.
Kart alamadım,aylar oldu sanki.
Düşündüm,dilenciyim,inan ki.
Vekillere hiç inanmadım ki.
Oy vercağım ,zengin olsun.
Gelir,bize nutuk atar,sağolsun.
Vermeye alıştık,al senin olsun.
Geri dönecağına,inanmadım ki.
Türk askeri parasızdır,fakire.
Vekilin çocuğu,gitmez askere.
Ölüm mukadder,vuran,kefere.
Avrupa dediler,inanmadım ki.
Zam geldi,bir şey alamadım.
Eve gittim,gizli gizli ağladım.
Yine kaçak bir sigara yaktım.
Zam yokmuş,inanmadım ki.
Mahsul tarlada ,satamadım ki.
Buğday,ekmek alamadım ki.
Tüpgaz artmış,uçurum san ki.
Zam yokmuş,inanmadım ki.
Emekli ekmek bulamaz.
Et pahalı,kimse alamaz.
Nutuk atın kimse inanmaz.
Sana ben,inanmadım ki.
Sen konuş oyları çürütecağım.
Ben artık,sokakta dolaşacağım.
Böyle giderse,oy vermiyecağım.
Oy alacaklara inanmadım ki.
Vekil,iki yılda olur,olur emekli.
On kat maaş alır orası besbelli.
Şimdi soyanlara,ne demeli?.
Hep nutuk attılar,innamadım ki.
Gelen gideni aratır,derler.
Vekiller adil,ahkam keserler.
Oyu almadımı bana küserler.
Nutuk atanlara,inanmadım ki.
Vekiller hata yapmazmış .
Dokunmazlık zırhı varmış.
Halkın çoğu müslümanmış.
Sen nutuk at,inanmadım ki.
Başı örtülü,gezmek,yasak.
Büyük suç,namaz kılmak.
Kur’an bunları çarpacak.
Sen nutuk at,inanmadım ki.
Para yoksa,borç alırlar.
Ben öderim,onlar yerler.
Enkaz almıştık,derler.
Desinler,inanmadım ki.
Hain Yahudiyle dostluk olur.
Hıristiyanlar bize amir olur.
Hans başkan,yardımcı olur.
Özgürlüğüme inanmadım ki.
Hıristiyan,Yahudi değilim ben.
Vatanın asıl sahibi müslüman.
PKK dediğin?,varmıdır bilen?.
Vekillere hiç inanmadım ki.
Dilenmek için geçtik sıraya.
Alışmışız,varlık içinde yokluğa.
Hayır dedik Avrupaya,papaya.
Yalancı vekillere inanmadım ki.
Bütün vekiller aynı değil,ancak.
Mecliste vicdan yerine,parmak.
Söz sahibi olur,ne konuşsak.
O parmaklara inanmadım ki.
mehmet selim polat
12 Ekim 2007 Cuma
6 Ekim 2007 Cumartesi
İnsanlığın İhtiyaç Duyduğu Hayat Nizamı
Hiç şüphesiz ki tarih boyunca fertler ve toplumlar her devirde ve her türlü şartlarda en ufak ayrıntılara kadar bütün sorunların çözümünü kapsayan evrensel ve kalıcı bir sitemin arayışı içine girmişlerdir. Bazen böyle bir sistemden çok uzaklaşırken bazende eşiğine kadar yaklaşmışlar. Ancak hiç bir zaman ilahi rehber olmadan buna kavuşma şansına sahip olmamışlardır. Şu bir gerçektir ki insanlığın fıtratını ve bunlarla ilgili temel gerçekleri bilmeyenler böyle bir sistemin oluşumu için adım atarlarken somut yanılgılara düşmüşlerdir. Bazı hakikatları kavrarken bazılarını anlamada hata işlemişlerdir. Sorunların çözümünde kullandıkları metod ve yanlış teşhisler onları yeni bir arayış içine sokmuştur. Böylece daha önce kabul ettikleri temel çözüm ve teşhis yolları buna bağlı olarak hayat düzenlerini bırakıp yeni tecrübe ve denemelere baş vurmuşlar.
Çünkü o devrin şartlarından ve sorunlarından doğan ve ancak o devrin sorunlarını çözebilecek hayat düzenlerine ihtiyaç duyulmuş ve bunlara çözümler aranmıştır. Böylece çözümlerin tümü evrensellikten ziyade kısır ve geçici tedbirlerden öteye geçememiştir. Bunun sonucu olarak ta bu geçici ve istikrarsız hayat nizamları her devirde ve dönemde başarısız kalmış, sürekli sistem değişikliklerin getirdiği zaman kaybı hedeflerin gittikçe uzamasına yol açmıştır.
Bu değişken sistemlere baktığımızda çok farklı temellere dayandıklarını görürüz. Kimileri milli ve ırkı (hayal düzenlerinin temci düşüncesini bu oluşturur.) Bazıları ise coğrafi ve sınıfsaldır.
işte tarih boyunca insanoğlu böyle maceralara kurban gitmiş ve Allah'ın kendilerine bahşettiği üstün nimetler müstekbirler tarafından istismar edilmiştir. Ve zaten içinde yaşadığımız çağın ezici sorunları karşısında insanlığın tekrar böyle bir maceraya kalkışması düşünülemez, insanın bizzat kendisini ve kainattaki gerçek yerini idrak edip evrensel, daimi, ebedi ve kalıcı ilkelere dayanarak kuracağı bir hayat düzenine şiddetle ihtiyacı vardır, insan bu hayat düzeniyle sürekli değişen ve her yeni günün beraberinde getirdiği değişiklikleri kolaylıkla aşabilir.
Doğabilecek muhtemel sorunların üstesinden gelebilir. Hayat yolculuğunda ilerlerken ürkek ve tedirgin olarak değil, ilahi Rahmetin gölgesinde neşeli ve canlı bir şekilde hedefine doğru ilerler.
Evet gerçeklen insanoğlunun her devirde ve her türlü şartlarda ayrıntıların en küçüğünden en büyüğüne kadar bulun sorunların çözümünü kapsayan bir hayat nizamına ihtiyaçları vardır. Ancak bu hayat nizamı ebedi, evrensel ve daimi olmalıdır. Temeli ilahî ve sonucu Rahmete dayanmalıdır. Böyle bir sistemin varlığı mümkün müdür diye sorarsanız; biz de, elbette mümkündür deriz. Bu Allah'ın kendi kulları için seçip gönderdiği ve razı olduğu sistemdir. O İslâm sistemidir.
Tevhidin Faziletleri
Allah (c. c) şöyle buyuruyor:
"İman edenler ve imanlarına zulüm (şirk) karıştırmayanlar işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir." (En'am: 82)
Abdullah b. Ömer (r.a) diyor ki: "İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir." ayeti nazil olunca sahabelere bu ayet ağır geldi ve Rasulullah (s.a.s)'e dediler ki: "Ya Rasulallah! İçimizden nefsine zulmetmeyen kim vardır?" Rasulullah (s.a.s):
"Ayetteki zulüm anladığınız gibi değildir. Salih kul Lokman'ın:Ey oğulcuğum! Allah'a şirk koşma! Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür." (Lokman: 13)dediğini işitmediniz mi? Ayette geçen zulüm şirktir." buyurdu. (Buhari)
Bu ayeti kerimeden apaçık anlıyoruz ki; kıyamet gününde kurtuluşa erecek olan kimseler, ibadetlerini yalnız Allah için yapıp O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimselerdir.
Muaz b. Cebel (r.a) şöyle rivayet ediyor:"Rasulullah (s.a.s) eşek üzerinde idi. Ben de onun arkasına binmiştim. Bana şöyle buyurdu:
"Ey Muaz! Allah'ın kulları üzerindeki ve kulların Allah üzerindeki hakkı nedir biliyor musun?" Dedim ki:
"Allah ve Rasulü daha iyi bilir." Buyurdular ki:
"Allah'ın kulları üzerindeki hakkı kullarının yalnız O'na ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kullarına azab etmemesidir." Dedim ki:
"Ya Resulallah! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?" Buyurdular ki:
"Hayır, müjdeleme! O zaman buna güvenirler."
(Buhari, Müslim)
Kim Allah'ın hakkını verir, yani yalnız O'na ibadet eder ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsa, işte Allah (c.c) bu kişiyi cehennemin ebedi azabından koruyacağına dair söz veriyor.
Rasulullah (s.a.s)'in, Muaz b. Cebel (r.a)'den bu hadisi insanlara bildirmemesini istemesinin sebebi, bunu iyi anlayamayan cahil insanların, bu söze güvenip salih amel işlemeyi terk etme ihtimali olduğu içindir. Fakat bu hadisin gerçek manasını kavrayan kimseler, Allah'ın rızasını kazanmak için daha fazla hayırlı amel işlemeye çalışırlar ve iyiliklerini arttırırlar. Bu hadisin böyle kimselere bildirilmesi yasaklanmamıştır.
Ubade b. Es-Samid (r.a) Rasulullah (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim "La ilahe illallah"a şehadet edip Allah'ın tek olup ibadette O'na hiçbir ortak olmadığına, Muhammed (s.a.s)'in O'nun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa (a.s)'ın O'nun kulu, rasulü ve ondan bir ruh olduğuna, "Ol" kelimesinin Meryem'e yöneltildiğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehadet ederse, ne yaparsa yapsın Allah onu cennete sokar."
(Buhari, Müslim)
Hadiste geçen "Kim "La ilahe İllallah "a şehadet ederse" sözünden maksad; kim bu kelimenin manasını bilerek, buna kalbiyle iman edip hayatını buna göre düzenlerse demektir .Çünkü, bu kelimeyi manasını bilmeden şuursuzca tekrarlayan veya manasını çok iyi bildiği halde ona göre amel etmeyen kişinin müslüman olmadığı icma ile sabittir.
Zaten hadisteki "Şehide: Şahitlik etti" kelimesinden de bu anlaşılmaktadır.
Kelime-i Şehadet'in manası daha önceki konularda açık ve geniş olarak delilleriyle anlatılmıştı.
Bu hadisi şerifte Rasulullah (s.a.s) bizlere haber veriyor ki: "La ilahe illallah"ın manasını bilip bunu diliyle ikrar, kalbiyle tasdik eden, buna göre amel eden ve ibadette O'na hiçbir şeyi şirk koşmayan, Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın kulu ve bütün insanlar ve cinler için gönderdiği son rasulü olduğuna, İsa'nın Allah'ın oğlu olmayıp Allah'ın kulu, rasulü ve Meryem'e ilka ettiği kelimesi olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna iman eden kişi cennete girer.
İsa (a.s)'ın Allah'tan bir ruh olduğuna iman etmek demek, İsa (a.s)'ın Allah'ın yarattığı ruhlardan biri olduğuna iman etmek demektir.
Utban (r.a) diyor ki: Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:"Allah (c.c) kendi rızasını isteyerek "La ilahe illallah" diyen kimseye cehennemi haram kıldı."(Buhari, Müslim)
"Allah'ın rızasını isteyerek...." demek, ihlaslı olarak kalbiyle Allah'a yönelip Allah'ın rızasını hedef kabul ederek, şirkin her çeşidini terk etmek demektir. La ilahe illallah'ın manasını bilip bunu kalbiyle tasdik, diliyle ikrar eden ve hayatını tevhidin gerektirdiği şekilde düzenleyen kimse hiçbir zaman haramlarında ısrar etmez ve bir haram işlediğinde hemen tevbe eder. Bu şekilde ölen bir kimse ise asla cehenneme girmez.
Fakat La ilahe illallah'ın manasını bilerek kabul ettiği halde haramlarında ısrar edip tevbe etmeyen ve haramları sevaplarından fazla olan kimseler ölmeden önce tevbe etmezlerse, cehenneme gireceklerdir. Çünkü bu kişiler La ilahe illallah'ı kabul ettikleri halde, Allah'ın rızasını isteyerek ihlaslı olarak buna şehadet etmemişlerdir. Zira ihlaslı olarak söylemiş olsalardı haramlarında ısrar etmemeleri gerekirdi.
Enes b. Malik (r.a) diyor ki: Rasulullah (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu duydum: "Allah (c.c) dedi ki: "Ey Ademoğlu! Eğer yeryüzünü dolduracak kadar haram ile bana gelsen ve bana hiçbir şeyi ortak koşmadığın halde bana kavuşsan ben seni yeryüzünü dolduracak kadar mağfiretle karşılarım."(Tirmizi rivayet etti ve "hasen" dedi.)
Kim ibadetlerini Allah'a has kılarak şirki terk eder ve Kelime-i tevhidi kalbiyle tasdik, diliyle ikrar edip, yaşantısını bunun gerektirdiği şekilde düzenlerse Allah (c.c) onun işlediği haramları affedecektir. Tevhidin nuru bir kişinin kalbine girince, bu iman kalbi her türlü şirkten ve pisliklerden temizleyip sadece Allah'a teslim eder. Allah'a iman ile Allah'tan başkasına imanın zaten aynı kalpte bir arada bulunması imkansızdır. Tevhidin nuru kalbe girdiği zaman kişinin daha önce işlemiş olduğu hata ve haramları temizleyip yok eder.
Bu hadisten apaçık anlaşılıyor ki; La ilahe illallah'ı sırf sözle söylemek kişiye fayda vermez. Gerçekten müslüman olabilmek için mutlaka şirkin terk edilmesi gerekir. Bu ise lafla olabilecek bir şey değildir. Kişinin şirkin her çeşidinden kalben ve ameliyle bilfiil uzaklaşması şarttır.
Kişinin Allah'ın mağfiretine nail olabilmesi için; kalbini, düşüncelerini, adetlerini ve yaşantısını şirkin bütün pisliklerinden temizleyip ihlaslı olarak sadece Allah (c.c)'ya ibadet etmesi gerekir.
Ebu Said el-Hudri (r.a) şöyle rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
"Musa (a.s) dedi ki: "Ya Rabbi! Bana, seni hatırlayıp dua edebileceğim bir şey öğret." Allah (c.c) şöyle buyurdu:
"Ey Musa! La ilahe illallah, de." Musa (a.s) dedi ki:
"Ey Rabbim bütün kulların bunu diyorlar." Bunun üzerine Allah (c.c) şöyle buyurdu:
"Ey Musa! Yedi gökler ve içinde bulunanlar ile yedi yerler bir kefeye konsa "La ilahe illallah" da bir kefeye konsa "La ilahe illallah" ağır gelir."(Hakim ve İbn-i Hibban rivayet etmişler ve sahih demişlerdir.)
Bu hadisten La ilahe illallah'ın ne kadar değerli ve ne kadar yüce bir kelime olduğu apaçık anlaşılmaktadır. Fakat bu kelimenin değerinden faydalanabilmenin yegane yolu, bunu söyleyen kişinin manasını bilip buna iman ettikten sonra tüm yaşantısını buna göre düzenlemesidir. Yeryüzünde birçok insanın bu değerli kelimeyi söylemesine rağmen, onların Allah katında sivrisinek kanadı kadar bile değeri yoktur. Ayrıca yine bu hadisi şeriften en yüce ve en güzel zikrin "La ilahe illallah"ı söylemek olduğunu anlıyoruz. Zikrin sünnete uygun olabilmesi için "La ilahe illallah" kelimesinin tam olarak söylenmesi gerekir. Zikirde sadece "hu" demek sünnete aykırıdır, bid'attır.
Faydalı Bir Açıklama
***"Bu açıklama Şam Arap Bilimsel Enstitüsü dergisinin Birinci Cild 26 Rabiulevvel 1373 tarihli sayısından alınmıştır"
EVAİLİ-L-MEKALAT FİL-MEZAHİB-İ VEL-MUHTARAT
Telif: EI-Müfid b. en-Nu'man. öl. 413 H.
Crandabi vaizi el-Hac Abbas Kalı tashih edip bazı taliklerde bulunarak yayımı ile ilgilenmiştir.
İlk kitabın ismi müsemmasına delalet ediyordu. Fırkaları ve mezhepleri inceleyip İmamiye (isna aşariye) ile ilgili yerleri ele alıyor. Müellif kitabı çeşitli bablara ayırıyor: Bu kitabın birinci babı Şia ile Mu'tezile arasındaki farklar hususunda. Bu babda "Teşeyyu'" kelimesinin lügat ve ıstılahi anlamını ve Şia'ya bağlı diğer fırkalardan hangisinin bu ismi kullanmaya layık olduğunu zikrettikten sonra "l'tizal" kelimesinin manasını ele alıyor tarihini ve bu lakabın kendisine verildiği kimseleri inceliyor, ikinci bab kitabın başında olduğu gibi İmamiye ile diğer Şii mezhepleri arasındaki fark hususunda. Bu babda Zeydiye'ye işaret ederek Imamiye'den ayrıldığı hususları gösteriyor. Üçüncü babda İmamiye'nin imamet konusunda Mu'tezile hilafına ittifakını zikrederek bu iki mezhep arasında Nübüvvet (Peygamberlik) ve imamet (imamlık, halifelik, başkanlık) ve diğer konulardaki ihtilaf ettikleri teferruatı ele alıyor. Dördüncü babda ise Âli Muhammed'den, Eimme i Hûda'dan nakledilenlere uygun olarak ihtiyar ettiği usulleri vasfediyor ve bu konuda kendi mezhebine uyan diğer Makalat sahiplerini zikrediyor. Bu kitaptaki Tevhit Sıfat, Adi, Lutf, Salah, Aslah ve Nübüvvet bablarında itikadı meselelerin en önemlilerini zikretmiştir. Aynı şekilde imamet meselesini ve bu meseleyle ilgili, bu meseleden ortaya çıkan teferruatı. Kur'an'ın mucizesi, Mead, Va'd, Vaîd. Esma, Ahkam ve diğer konuları bablarında ve fasıllarında ele almıştır.
İkinci kitap ise Saduk ismiyle bilinen Ebtı Cafer b. Ali b. Babeveyh el-Kummi'nin "Tashilı-ul-ltikad" isimli telifidir. Bu kitapta "Fırka-i Naciye'nin zaruri ve gayri zaruri itikatlarının hepsini" zikretmiştir. Bu kitaptaki mevzulardan bazıları şunlardır: Keşfü-s-Sak'ın manası, Yed, Nefhul ervah'ın tevili, Allah hakkında mekr ve hud'anın manası, "Allahu yestehziubihimin manası, "Nesullahe fenesiyehumsun manası.
Kitapta Allahu Teala'nın sıfatları, kulların fiillerini yaratması, Meşiet ve irade, kaza ve kader ayetlerinin tefsiri, "Fıtratullah'ın manası, ıstitaat, beda, cidal, levh, kalem, arş'ın manası, nefis ve ruhların yaratılması sevap ve cezanın vukuunu ve daha sonra vuku bulacak şeyler hakkında konuştuktan sonra ahirete ait meseleleri inceliyor. Daha sonra vahyin inişini, imamların masumiyetini yaratma ve tefviz'i (Mufavviza onlara göre gulattandır iddialarından biri de; Allah özellikle imamları önce yarattı, alemi ve alemde bulunanların yaratılmasını imamlara bıraktı!!!) ele alarak inceleyip, kitabı Takıyye ve bazı fer'i meselelerle bitiriyor. Üstad Zencani "Evail-el-Makalat" kitabını ve müellifi Şeyh Müfid'i tanıtırken ilmi hayatının genelde kendi mezhebini propaganda ile, mezhebini müdafaa ve muhalifleriyle mücadele ederek geçirdiğini beyan etmektedir. Ben de derim ki: Bu kitab ve hocası Saduk'un risalesini şerh ederek koyduğu haşiye ve takrirler buna şahittir. Kitabın onuncu sayfasında "Mü'minlerin emiri Ali ile harbedenler hakkındaki hüküm" başlığı altında şunları yazmıştır: "Imamiye Zeydiye (Halis Zeydiler bu itikadı benimsemezler. Carudi Zeydileri ise Rafiziler gibidir.) ve Hariciler (Hariciler ve onların bir kolu olan Ibaziler Hz. Ali'den ayrıldıkları için bu ittifaka onlar da girmezler. M.N.) Şam ve Basra ahalisinden ahidlerini bozarak mü'minlerin emiri Ali ile harb edenlerin bu harpleri dolayısıyla kafir ve sapık olduklarına, bu sebepten de ebediyen cehennemde kalacaklarında ittifak etmişler dir." Bu ittifak ayeti kerimenin hilafına, ak sine bir ittifaktır. Çünkü ayeti kerime "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar" buyurmaktadır.
Bilimsel Enstitünün "Tarif ve Tenkit" babında bana tanıtmam için -verdiği bu kitapta Kafi, Tehzip ve başkalarında bulunan müslümanların tekfiri, lanetlendikleri ve ebedi cehennemde kalacakları gibi şeyleri mülahaza ettim. Bu kitabı tashih edenleri, takriz yazanları tenkit etmeyi ve onlara itirazı uygun görmüyorum. Çünkü onlar da zaten bu asırda Şiiler'in ileri gelen müctehidlerindendir. Bu kitapların okuyuculara kin, düşmanlık ve buğz aşıladığı şüphesizdir. Çünkü Asrı saadet ve ondan sonrakiler hakkında lisanları en kötü kelimeleri kullanmakta başta üç büyük halife ve bazı Peygamber zevceleri olmak üzere onlarla beraber olan muhacir ve ensara en çirkin sözlerle dil uzatmaktadırlar. Halbuki Kur'an Allah'ın bunlardan razı olduğunu beyan etmektedir.
Bu kitaplar hiç şüphesiz birer fitne kaynağıdır. Sahabeye hücum etmek isteyen onlara müracaat ediyor ve her lanetçide bu kitaplardan kaynaklanıyor. Biz şimdi hastalığın gizlendiği yerlere işaret ediyoruz. Artık birliğe, uyuşmaya davet edenler bunun çaresine baksınlar. Emeviler, Abbasiler devri geçmiş,
Cemel, Nehrevan, Sıffin'de bulunanlar da artık ortada yoktur. Hesapları alemlerin Rabbına aittir
Selefi salibinin tartışması, mücadelesi, kendi asırlarında zuhur eden İslami fırkalarla idi. Kaderiyye, Hariciler. Cebriye, Cehmiye, Mürcie. Vaidiyye ve bunlara benzer diğer fırkalar hakkında makaleler yazmışlar, insanlar arasında bu makaleler yayılmıştır. Zamanımızda dinimiz hakkında şek ve şüphe uyandırıcı fikirler yayılmaya başlamıştır. Bunların başında bazı devletlerin mal ve eleman ile yardım ettiği Hristiyan misyonerleri gelmektedir. Bunlar kendilerini feda ederek çalışmaktadırlar. Ayrıca dinsizliği ve fesadı yayanlar da eksik değildir. Bunların batıl propagandalarına cevap verecek ve gemlerim çekecek İslam davetçileri hani nerede? Bu ve buna benzer vakıalara ulemanın dikkatlerini çekeriz Başarıya ulaştıran da yardım eden de Allah'tır.
Muhammed Behçet el-Baytar
28 Eylül 2007 Cuma
19 Eylül 2007 Çarşamba
Kız Çocukları
Onlar,kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar.Haşa! Allah bundan münezzehdir.Beğendikleri de(erkek çocuklar) kendilerinin oluyor.
(Nahl,suresi 58.ayet):
Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir.
(Nahl,suresi 59.ayet):
Kendilerine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir.Onu aşağılık duygusu içinde yanındamı tutsun.yoksa toprağa mı gömsün!Bakınki,verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!.
10 Eylül 2007 Pazartesi
Tesettür (Örtünmek)
Yıkanma, tabiî ihtiyaç, taharetlenme gibi hâcetler dışında, tenha bir yerde de bulunsa, namazda veya namaz dışında avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili Kur'an ve sünnettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey Ademoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi giyerek gelin" (el-A'raf, 7/31). İnsanın örtünme ihtiyacının ilk insan Âdem ve Havva ile başladığı, çıplaklığın çirkin bir şey olduğu âyette şöyle belirtilir: "Ey Ademoğulları! Şeytan ana ve babanızı kötü yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sakın size de bir kötülük yapmasın"(el-A'râf; 7/27). "Ey Ademoğulları! size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır" (el-A'raf, 7/26). Hayvan yünlerinden giysi için yararlanmanın gereğine şöyle işaret edilir: "Davarları da O Yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice yararlar vardır" (en-Nahl, 1 6/5).
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşru olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır.
Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkeklere söyle: Gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir" (en-Nûr, 24/30). Kadınların örtünmesi konusunda da şöyle buyurulur: "Mümin kadınlara da şöyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Zinet yerlerini kendi kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tövbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin" umduğunuza nail olasınız" (en-Nûr, 24/31).
Diğer yandan kadın yaşlanıp ay halinden kesilir ve cinsel yönden erkeklere istek duymaz olursa, bunun için örtünmede bazı kolaylıklar getirilmiştir. Ayette şöyle buyurulur: Ay halinden kesilmiş ve evlenme için ümidi kalmamış olan yaşlı kadınlar zinet yerlerini erkeklere göstermemek şartıyla dış elbiselerini bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. Bununla birlikte yine de sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır" (en-Nûr, 24/60).
Kadınların ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok yarlığayıcı ve çok esirgeyicidir" (el-Ahzâb, 33/59) .
Cahiliye döneminde Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Gündüz erkekler, gece kadınlar gelirler, tavaflarını anadan doğma yaparlar ve "içinde günah işlediğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz" derlerdi. Diğer yandan İslâm'da her müminin namazını en güzel ve temiz görünüş ve giyim içinde kılması sünnet gereğidir. Ayette şöyle buyurulur: "Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişte zinetinizi giyin" (el-A'râf, 7/31). Ayet, tavafı ve namaz için mescide gelmeyi kapsar. Başka bir ayette gizli yerlerini örtüp koruyan erkeklerle kadınların Allah'ın affına ve büyük bir mükâfata ulaşacakları belirtilir (bk. el-Ahzâb, 33/35)
Örtünmenin ahiret hayatında da söz konusu olacağı, iman edip, güzel amel işleyenlerin mükâfatı arasında şöyle açıklanır: "Onlar tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle bezeneceklerdir, ince ve kalın saf ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir, Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak!" (el-Kehf, 18/31). "Şüphesiz Allah iman edip, güzel iş yapanları altından Irmaklar akan cennetlere sokacak. Orada bunlar altından bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada giysileri de ipektir" (el-Hacc, 22/23). "Onlara (cennete) gümüşten yapılmış billur şeffaf kaplar, kupalar dolaştırılır" (el-İnsân, 76/15). "Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir" (el-İnsân, 76/21).
Hz. Peygamber (s.a.s) örtünme ile ilgili bu ayetlerin tefsirini yapmış ve uygulama esaslarını göstermiştir. Hz. Âişe'den rivâyete göre, bir gün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Resulunun huzuruna girmişti. Resulullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: "Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çagına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir." Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti" (Ebu Davûd, Libâs, 31). "Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259).
Erkeklerin örtülmesi gereken uzuvları göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan olup avret yeri sayılır. Delil, Hz. Peygamberin şu hadisidir: "Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır" (Ahmed b. Hanbel, II, 187). Diz kapağı avret yerindendir" (Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 297).
Kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise bir fitne korkusu bulunmadıkça namazda da namaz dışında da avret değildir. Sağlam görüşe göre, ayaklar da avret sayılmaz. Çünkü ayaklarla yolda yürünür ve yoksullar için bunları örtme zorluğu vardır. Yine sağlam görüşe göre, hür kadınların kolları ile kulakları ve salıverilmiş saçları da örtülmelidir. Kadınlar kendiliğinden görünen yerler dışında, zînetlerini göstermesinler" (en-Nûr, 24/31) ayetinde kastedilen, zinetlerin takıldığı yerler olup, eller ve yüz bundan müstesnadır. Hadiste şöyle buyurulur: "Kadın örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker" (Tirmizî, Radâ, 18). Hz. Âişe (R.anhâ)'dan nakledilen; "Allah Teâlâ erginlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mace, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160) hadisi saçları da kapsamına alır.
Hz. Âişe (r. anhâ) ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır: "Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin onlar; "Baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." (en-Nûr, 24/31) ayeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar". Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı" (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II, 600).
Örtüde Bulunması Gereken Nitelikler
1- Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bu yüzden derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli olan elbise ile namaz geçerli olmaz ve bununla örtünme gerçekleşemez. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa bu, kötülenmiş olmakla birlikte namaz geçerli olur. Çünkü bundan kaçınmakta güçlük vardır.
2- Hanefî ve Mâlikîlere göre zaruret halinde karanlık bir yerde bulunmak örtünme sayılır. Çünkü farz olan örtünme, avret yerlerinin başkaları için örtülmesidir, kendisi için değildir. Bu yüzden örtünmenin başkaları tarafından görülemeyecek bir şekilde bulunması yeterlidir. Meselâ bir kimse namaz kılarken geniş bulunan yakasından kendi avret yerini görecek olsa, bununla namazı bozulmaz. Fakat başkası görecek olursa bozulur.
Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi fiili ile açılsa, bir rükun eda edecek kadar beklemeğe gerek olmaksızın derhal namaz bozulur. Kadının başörtüsünü namazda iken kendisinin çıkarması gibi. Bu durumda başörtüsünü yeniden örtse namaz geçerlilik kazanmaz. Ancak avret yerleri olan ön ve arka uzuvları ile, bu iki yer dışındaki "hafif avret" sayılan uzuvlardan birinin tamamı veya en az dörtte biri kendiliğinden açılır ve bu durum bir rükun edecek kadar devam ederse namaz bozulur. Eğer açık kalma süresi bir rükun eda edecek süreden az olursa namaz bozulmaz. Düşen başörtüsünün hemen başa konulması gibi. Meselâ; bir kimsenin karnının veya uyluğunun, yahut hayalarının, yine bir kadının saçlarından sarkan kısmın dörtte biri bir rükun eda edecek kadar açık kalırsa namaz bozulur (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 585, 586).
Şâfiî ile Hanbelîlere göre örtülecek olan avret yerinin elbise ve benzeri şeylerle örtülmesi şarttır. Bu yüzden dar anlamda çadır ve karanlık, avret yerlerinin örtülmesi için yeterli değildir.
3- Hanefilerde sağlam görüşe ve diğer fakihlere göre örtünmenin yanlardan olması yeterlidir. Alttan veya gömleğin üst kısmından örtünme şart değildir. Çünkü bunda güçlük vardır.
Bu yüzden giyilen bir elbisenin veya kadının giydiği uzun eteğin aşağıdan açık bulunması tesettüre engel teşkil etmez.
Hür ve Müslüman Kadının Örtünme Şekli
1- Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan kadınlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri ve ayakları dışında vücudunun tamamı avrettir. Ayaklarda görüş ayrılığı olmakla birlikte sağlam görüşe göre ayaklar açık kalabilir. Bu yerlerin gerek namaz içinde ve gerekse namaz dışında örtülmesi farzdır.
2- Kadınların mahrem olan hısımları yanında el, ayak, kol, saç ve benzeri zinet yerlerini açmaları caizdir (en-Nûr, 24/31-32).
3- Kadının kadınlara karşı avret yeri göbekle diz kapakları arasında kalan kısımdır. Bunun dışındaki yerleri kadınların yanında açabilirler (el-Mavsılî, el-İhtiyâr, I, 45).
4- Tedavi gibi zaruret sebebiyle erkek veya kadının avret yerlerine doktor, ebe, iğneci ve pansumancı gibi kimselerin bakması caizdir. Ancak kadınların bu gibi tedavilerinde kadın doktor, ebe ve sağlık personelinin tercih edilmesi gerekir. Bunlar bulunmayınca "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar" kuralı işletilir. Ancak zaruretler de miktarlarınca takdir olunur (bk. Mecelle, madde, 21, 22).
Karı-koca birbirinin vücutlarının her yanına bakabilirler. Eşler arasında örtünme zorunluluğu söz konusu olmaz. Ancak "galîz avret" sayılan haya yerlerine bakmaması edebe daha uygundur.
Mâlikîlere göre, erkekler için avret yeri yalnız ön ve arka, yani galiz avret sayılan yerlerdir. Onlara göre uyluk kısmı avret sayılmaz. Delil, Enes (r.a)'ten nakledilen şu hadistir: "Hz. Peygamber Hayber günü izarını uyluğunun üzerinden kaldırdı, öyle ki, ben onun uyluğunun beyazlığını görür gibiyim" (eş-Sevkânî, Neylü'lEvtâr, II, 64). Şu hadis de bunu desteklemektedir: "Rasûlüllah (s.a.s) uyluğunu açmış olarak oturuyordu. Ebu Bekir, yanına girmek için izin istedi, ona bu durumda iken izin verdi. Ömer izin istedi, bu durumda iken ona da izin verdi. Sonra Hz. Osman izin istedi, o zaman uylukları üzerine elbisesini örttü" (eş-Şevkânî, a.g.e, II, 63).
Ancak çoğunluk fakihlere göre, ön ve arka ile diz kapağı arasında kalan uyluk da avret yeri kapsamına girer. Çünkü uyluğun avret yeri olduğunu bildiren başka hadisler vardır (bk. Buharî, Salât, 12; Ebû Dâvud, Hamâm,1; Tirmiz3i, Edeb, 40; Ahmed b. Hanbel, III, 478, 479, V, 290).
Küçük Çocukların Avret Yeri:
Çok küçük çocukların avret yeri yoktur. Bunun sınırı dört yaşa kadardır. Bu yaştan küçüklerin bedenine dokunmak veya bakmak mübahtır. Sonra kendilerine cinsel istek duyulabilecek çağa kadar, yalnız haya yerleri avret yeri sayılır. Daha sonra on yaşına kadar sadece ön ve arka uzuvları ve bunların çevresi ile uyluklar avret kabul edilir. Çocukların on yaşından sonra erkek olsun kız olsun, avret yerleri, namazda ve namaz dışında, erginlik çağına ulaşmış kimselerin avret yeri gibi sayılır (İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, (t.y), I, 378).
Şafiîlere göre, küçük kız çocuğunun avret yerleri namazda ve namaz dışında büyük kadınlar gibidir.
Mâlikîlere göre, yedi yaşındaki erkek çocuğun namazda avret yeri ön ve arka uzuvları ile uyluk kasık ve kaba etleridir. Böyle bir çocuğun bu yerlerini ergin erkekte olduğu gibi örtmesi mentuptur. Namazla emrolunan küçük kız çocuğunun avret yerleri ise göbek ile diz kapağı arasıdır. Ancak bu kız çocuğunun ergin kadın gibi örtünmesi menduptur. Namaz dışında ise, sekiz yaştan küçük çocuklarda avret yeri yoktur (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 596).
Kadının Açık Olarak Yanına Çıkabileceği Kimseler :
Müslüman bir kadının diz kapağı ile göbeği arası, karın ve sırtı dışında diğer yerlerini yanlarında örtmek zorunda bulunmadığı hısımları ya da birlikte yaşanacak durumunda olduğu kimseler Nûr sûresi 31. ayette sayılmıştır. Bunlar yedi sınıf olup şunlardır:
1- Kocası: Kadın kocasının yanında dilediği gibi giyinebilir. Eşler arasında örtünme bakımından bir sınır söz konusu değildir.
2- Babası
3- Kayınpederi
4- Oğlu
5- Kocasının oğlu
6- Erkek kardeşi
7- Erkek kardeşinin oğlu
8- Kız kardeşinin oğlu.
9- Müslüman kadın. Çünkü mümin bir kadın, gayri müslim kadınların yanında diğer yakın hısımlarının yanında açıldığı gibi açık oturamaz. Burada, gayri müslim kadının kendi erkeklerinin yanında müslüman kadını tasvir etmesi ve onu anlatması engellenmek istenmiştir. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde (r.a)'ye yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: "Bana, müslüman kadınların hamamlara müşrik kadınlarla birlikte girdikleri haberi ulaştı. Bu, daha önceden kalma bir âdettir. Allah'a ve ahiret gününe inanan hiç bir kadının kendi dininden olmayanın avret yerine bakması helal olmaz" (İbn Kesîr, Muhtasaru't-Tefsîr, II, 600, 601).
10- Kölesi ve câriyesi: Bir kadın, köle veya câriyesinin yanında örtüsüz kalabilir, çünkü Hz. Peygamber, Fâtıma (r.an)'ya bir köle bağışlamıştı. Bu sırada Hz. Fâtıma'nın üzerinde başını örtse ayakları, ayaklarını örtse başını açık bırakan bir elbise vardı. Hz. Peygamber bu durumu görünce şöyle buyurdu: "Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu köle senin baban ve oğlun yerindedir" (Ebû Dâvud, Libâs, 32).
11- Erkekliği kalmamış hizmetçiler: Denk olmama, yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle kadınlara karşı istek duymama veya hadım olma gibi nedenlerle evin sahibi kadına cinsel bakımdan zararı dokunmayacak hizmetçiler, bahçıvan ve aşçı gibi kimseler, kadın için diğer hısımlar gibidir.
12- Kadınların gizli yerlerine bakmaktan anlamayan küçük çocuklar: Kadınların yanında bulununca onların konuşma, yürüme ve giyimlerinden cinsel bakımdan etkilenmeyecek derecede küçük yaştaki çocukların yanında örtünme zorunluluğu bulunmaz. Ancak çocuk erginlik çağına yaklaşmış olursa, artık yabancı kadınların yanına girmemelidir, çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının" "Ey Allah'ın Resulu! kocanın erkek kardeşi için ne buyurursunuz?" diye sorulunca, "Kayın birader ölümdür" buyurmuştur (Tirmizî, Radâ, 16; Ahmed b. Hanbel, IV, 149, 153).
Bunlardan başka dede, amca, dayı, süt kardeş gibi kendileriyle sürekli olarak evlenmek yasaklanan hısımların yanına da kadın süs yerleri açık olarak çıkabilir. Ancak bir fitne korkusu olunca kadının örtünmeyi tercih etmesi daha temiz ve daha uygundur.
Hamdi DÖNDÜREN
Şamil İ.A.
Blog Listem
-
FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...1 yıl önce
-
ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...10 yıl önce
-
İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...10 yıl önce
-
İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...10 yıl önce
-
REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...10 yıl önce
-
SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm13 yıl önce
-
Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.13 yıl önce
-
HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...14 yıl önce
-
Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...14 yıl önce
-
Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...14 yıl önce
-
İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...14 yıl önce
-
İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...14 yıl önce
-
HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...15 yıl önce
-
SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...15 yıl önce
-
Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...15 yıl önce
-
İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...15 yıl önce
-
Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...15 yıl önce
-
Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...16 yıl önce